Anasayfa    Özgeçmiş    Yazılar    Fotoğraflar    Yorumlar    Duyurular    İletişim      

ÖZBEKİSTAN

   ÖZBEKİSTAN



ÖZBEKİSTAN
Asya’da pek çok ülke gördüm ama yedi Türk ülkesinden dördü Asya’da olduğu halde hiç birini görmemiştim. Ayakizleri ekibinin Özbekistan gezisi haberini alınca hiç tereddüt etmeden kaydımı yaptırdım. Mayıs ayı başında İstanbul’dan yola çıktık. Biz yola çıkmadan bir süre önce vize kalkmıştı. İlk durağımız başşehir Taşkent’e sabah karşı vardık.
Özbekistan ilginç bir ülke. Nüfusun %96‘si Müslüman olmasına rağmen başı bizdeki gibi kapalı kadınlara rastlamıyorsunuz. Kadınlar başlarına bağladıkları eşarbı boyunlarının arkasından bağladıkları için saçları görünüyor. Bir lokantada rastladığımız türbanlı güzel kız da Türkiye’de üniversite okuduğu için başını bizdeki gibi örtmüş. Bunun nedeni uzun süre Sovyetler Birliğinin bir bölgesi olarak bulunması. Ülkede ayrıca %2 ortadoks ,%2 de diğer dinler vardır. Din ve inanç özgürlüğü anayasa ile güvence altına alındığı için ülkede 16 ayrı dine ait 2226 dini kuruluş varmış; bunların 2051 İslam, 159’u Hıristiyan, 8’i Yahudi,6’sı Bahai, biri Krişna, biri de Budizm dinine ait.


Özbekistan’ın yüz ölçümü 450 bin km2 nüfusu ise 32 milyon. 12 eyalet, başkent ve bir bağımsız bölge olmak üzere toplam 14 bölgeden oluşuyor. Tanrı dağlarının eteklerinde bulunan ülkenin büyük bir kısmı çöllerle kaplı. Ama Ceyhun ve Seyhun nehirleri ülkeye su ; dolayısıyla can veriyor.

İlk Özbek hakimiyeti 16.yy başında son Timur hanedanını yenen Muhammed Şeybani Han ile başlamış. Timur da Özbekler için önemli bir sembol. Bu ülkeye islamiyeti Abbasiler getirmiş.

Timur Heykeli


1867 de Taşkent merkezinde Çarlık Rusya hakimiyetine giriyor. 1917 de Bolşevikler egemenliklerini ilan ediyorlar . 1924 yılında da Özbekistan Sovyet Sosyalist cumhuriyeti kuruluyor. 1991 de Sovyetler birliğinin dağılması ile bağımsızlığını ilan ediyor. Başına da o zamana kadar Rus parlementosunda Özbekistanı temsil eden Kerimov geçiyor. 2016 yılına kadar 25 yıl ülkeyi yönetiyor. Fetullah okullarını 1999’da kapatan dünyadaki tek ülke. Kendisine yapılan bir suikast girişiminden dolayı köylerdeki camileri bir dönem kapatıyor. İlginç olan da burada hoparlörden ezan okunmuyor. Ezan insan sesiyle okunuyor.

Semerkant ve Buhara tarih boyunca ilim ve kültür merkezi olmuş, El Buruni, Uluğ Bey , Ali Kuşçu ve İbni Sina gibi pek çok din ve kültür adamı burada yaşamıştır.

1966 da 8 büyüklüğünde ve iki yıl devam eden bir deprem Taşkent’i yerle bir ediyor. Yeniden inşa edilen Taşkent geniş bulvarları, büyük park ve yeşil alanlarıyla çok keyifli bir kent haline dönüşüyor
Halkın %80’i Özbek, %6 sı Rus, %5’i Tacik ve %9 da diğer kültürlerden insanlar yaşıyor.


İpek yolu üzerinde bulunan Özbekistan, Sovyetler Birliğinin de etkisiyle islam kültürünün en modern şeklini yaşayan bir ülke. İnanılmaz güzellikte çinilerle ve ahşap oymalarla süslü medreseler , camiler ve anıt mezarlar var.

Gezimiz Taşkent’ten başladı. Uçakla gittiğimiz ülkenin kuzeyindeki Hiva’dan otobüsle Buhara ve Semarkant’ı gezip Taşkent’ten dönüş yapıyoruz.

Özbekistan’ın gezdiğimiz bütün şehirlerinde en önemli görülecek yerler inanılmaz ahşap işi ve çinilerle işli camiler ve medreselerle dolu. Medreselerin bir kısmında hala eğitim yapılıyor, bir kısmı ise turistik eşyaların satıldığı mekanlar olarak gezilebiliyor.

TAŞKENT

Taşkent en önemli merkezinde olan Hz. İmam Cami 2008 senesinde restore edilmiş. Caminin 53 metre boyunda güzel çini işlemeli bir minaresi vardı. Bu tür camilerde sadece bayram ve cuma namazları kılınıyor. Caminin civarında 18.y.y.dan kalma Namazgah Camii ve Buhari Medresesi vardı. Medresenin avlusunda birçok satıcı tezgahları. Minyatürler ve sozani dokumalar çok güzeldi. Farsçada iğne işi anlamına gelen bu sozani dokumaları evlenecek kızlar işlerlermiş. Eski zamanlarda çok tutucu olan bu toplumda genç kızlar ortalıkta görünmez kayınvalideler bile gelin adaylarını göremezlermiş. Sozaninin üzerindeki motiflere göre işleyen genç kızın ruh halini anlamaya çalışır ona göre oğullarına gelin seçerlermiş.
Mübarek Medresesi

Sıradaki destinasyon 16.y.y.dan kalan Mubarek Medresesi idi , bir anlamı da “kutsal sakal medresesi” olan bu mekanda Hz. Muhammed’in sakalının bir parçası olduğuna inanılıyor. Medrese içinde Hz. Osman döneminden kaldığına inanılan bir el yazması çok büyük kuranı Timur , 1401 tarihinde fethettiği Bağdat’tan getirmiş. Bu kuranın ilginç bir hikayesi var. Hz. Osman iç savaşlar sırasında kaybolmasın diye bütün kuranı ezberliyor. Ve daha sonra bu altı nüsha yazılıp ülkenin çeşitli bölgelerine yollanıyor. Unesco’nun sertifika verdiği bu kuran zamanımıza kadar gelebilen tek nüsha.1869 da Orta Asya’yı Ruslar ele geçirince kuran Petesburg’a yollanıyor. 1905 de 50 kopya yapılıyor ve 1917 devriminden sonra bu kuran Tatarlara veriliyor. 1924 tarihinde Taşkent’e iade ediliyor.


16.y.y.dan kalma Barakhon Medresesi’nin iç avlusunda gözleri kamaştıran ahşap işçiliğini ve dükkanlarda satılan el işlerini izledik.


Kukeldaş Medresesi 16.yy da inşa edilen Özbekistan’ın en önemli medreselerinden biri. Büyük depremlerde yıkılmadan kalabilmiş bir yapı. Tarih boyunca Pek çok alimin ve ulemanın eğitim gördüğü farsça ve arapça etik, edebiyat, matematik, geometri astronomi ve islami eğitim veren çeşitli defalar restore edilen medrese bugün de Özbekistanda ki eğitim veren 10 medreseden biri olarak varlığını sürdürüyor. Dört yıl eğitim sonrası mezunları müderris ve imam sertifikası alıyorlar.

Şehrin merkezindeki pazar çok büyük ve olağanüstüydü. Binada açıkta etler, süt ürünleri, kuru meyveler , yemekler ve baharat çeşitleri inanılmazdı.
Pazardan


Dışarıda ise üzeri kapalı meyve ve sebze pazarında ise yok yoktu.

Oradan elbise, yorgan , el işleri vb şeylerin satıldığı diğer Pazar yerine gittik.



Müstakillik Meydanı 1 Eylül 1991 yılında bağımsızlığını ilan eden ülkenin özgürlüğünü simgeliyor.

2.Dünya Savaşı’na tam 1 500 000 Özbek katılmış. Bu erkek nüfusunun büyük çoğunluğu imiş Kendilerinin olmayan bu savaşta 400 000 Özbek ölmüş, geri dönenlerin de 600 000’i sakat imiş. Bu büyük acıya ithafen yaptıkları anıt oğlunu dönüşünü bekleyen üzgün bir kadın heykeli ve altında “sen daima kalbimdesin ciğerim” yazısı var.


Mutlu Kadın

Ayrıca ölenlerin adına da büyük bir anıt yapılmış ve hepsinin ismi yazılmış. Anıtın üzerinde de Özbeklerce bolluk, bereket, mutluluk ve bağımsızlık gibi güzellikleri barındırdığına inandıkları leyleğe benzeyen hüma kuşu heykelleri var. Ayrıca leylek heykellerini de kutsal binaların üzerinde görmek de mümkün.
Hüma Kuşları


Meclis ve kamu binalarının bulunduğu alanda bir de kucağında çocuğu ile başında dünyayı simgeleyen küre üzerinde Özbekistan haritasının bulunduğu “mutlu anne “ heykeli de var.

Meydanın bir kenarında 1980 deki olimpiyatlar için yapılan kitap şeklindeki 17 katlı otel bütün haşmetiyle duruyor.
Leylekler

Günün son durağı ise başka çok acı olayların yaşandığı bir park idi. Burada ise daha eski tarihli bir vahim olay yaşanmıştı.1924 yılında ülkeyi işgal eden Sovyet Rusya tarafından işgal sırasında yapılan savaşlarda yüzlerce Özbek öldürülüp burada akan Çirçik Nehri’ne atılmış. Onların anısına yapılan Şehitler Meydanı.




HİVA
Bu turu organize eden Hüseyin Şişman Hiva’yı o kadar güzel anlatmış ki ufak eklemelerle burayı ondan alıntılıyorum.

“Harizm , Ceyhun nehrinin Aral Gölü’ne dökülürken oluşturduğu oldukça verimli bir delta bölgesi olup burada Ortaçağlarda kadim uygarlıklar kurulmuştur. En önemlisi de Harizmşahlar Devleti’dir. Bu beylik kısa ömürlü olsa da 1130/1230 Orta Asya coğrafyasının hem uygarlıkta hem de savaşta parlayan yıldızı olmuştur. Komşusu olan Moğollara direnebilmiş ve ünlü bilim adamı Muhammed bin Musa el Harizmi ile bilimin doruğunu yaşamıştır. Matematik ,fizik ve astronomi bilgini olan Harizmi, o zamana dek bilinmeyen “0” rakamını matematiğe katmış ve çok bilinmeyenli denklemlerin de babası olmuştur.

Bu kısa süren Türk hanedanın acı ve trajik bir sonu olmuştur. Batıya doğru genişlemek isteyen Cengiz Han kimi komşularını kolayca alt edebilmişse de , Harizmşahlara pek diş geçirememiş onun yerine komşu iki Türk hanedanını ustaca bir politika ile birbirine düşürmüştür. Anadolu’da hüküm süren Selçukluların kentlerine Harizm askerleri giysileri giyen casusları ile sahte saldırılar düzenlemiş ve iki komşu devletin arasına nifak sokmuştur.
Şehir Meydanı


Sonunda Anadolu Selçuklu sultanı Keykubat ile Harizmşah sultanı Celalettin’in orduları bugünkü Erzincan yakınlarında Yassıçimen Savaşı’nda karşılaşır ve Harizmliler ağır bir yenilgiye uğrarlar , sultanları da ölür ve beylik dağılır. Bundan sonra Moğollar kolayca Aral Gölü civarlarını ele geçirir ve 40 sene sonra da Kösedağ Savaşı’nda Anadolu Selçuklularını yenip o devleti de ortadan kaldırırlar. Bundan da anlıyoruz ki , ünlü Moğol imparatoru Cengiz , hem savaşçı hem de ünlü bir hin politikacıdır.

Meydanda fotoğraf çektiren bir adam

Uçaktan inip otobüse geçtik . 30 km. güneye Hiva’ya gidiyoruz. Rakımı sadece 100 metre olan oldukça alçak bu bitek ova, yer altı suları bakımından çok zengindir. Yol boyu tarım alanları , pamuk ve buğday tarlaları her yerde , sık köyler ve hep yeşil bir doku. Yeraltı sularının bu kadar yüzeyde olması mezarlık sorunu da yaratmış ve mezarlıklar hep toprak hattının üzerinde adeta Tümülüs gibi yapılmıştır. Harizm insanları ülkedeki diğer halktan biraz ayrıdır. Bir kere tenleri oldukça beyaz olup Türkçelerini de çok iyi anlayabiliyoruz. Fizik olarak da ülkenin diğer tarafından daha iri yarı idiler.

Az gittik uz gittik ve adeta çamurdan , kerpiçten bir kale gibi olan Hiva’ya vardık. Sadece 4 000 kişinin yaşadığı eski Hiva’ya araçlar giremediği için otelimiz olan ve 16.y.y.dan kalma Muhammed Amin Han Medresesi’nin arkasındaki sokakta indik araçtan. Hemen yerleştik medresenin dar odalarına ve kendimizi dışarı attık.
Altın dişler çok makbul

Medresenin taç kapısı ve hemen yanındaki bitmemiş konik minaresi olağanüstü idi. Turkuaz çinileri ve formu o denli benzersiz idi ki bu minare aynı zamanda Özbekistan’ın reklam panolarının ve kitapçıklarının da simgesi idi. Bu minare 70m olacakmış; ancak mimarı öldürüleceği korkusuna kapılarak 26 m yapıldıktan sonra bırakıp kaçmış ve minare de böylece yarım kalmış……
Yarım kalan Minare

Adının anlamı “kuyu” demek olan Hiva kentinin yeniçağlardaki ünlü devleti ise Hiva Hanlığı idi.16.ve 17.y.y.da en parlak dönemini yaşayan Hiva Hanlığı , 1873 yılında Rus Çarlığı’nın bağımlı bir bölgesi olur. Hiva Hanlığında yaşayan herkes yılın 12 günü devlete çalışırdı. Bu küçücük kentte tam 63 medrese var idi. Hanlığın en ünlü hakanı Muhammed Rahim Han idi. Son dönemin hanı olan bu şahıs oldukça uygar biri idi , şiirler yazar ve özellikle kız öğrencilerin eğitimine önem verirdi.
Medresenin Ahşap Direkleri


Kentte ilk olarak Muhammed Rahim Han Sarayı’nı gezmeye koyulduk. İç avludaki rampada konuklar ağırlanıyordu , keza yine avludaki tandırlarda da ekmekler pişirilirdi. Yine bu meydanda halk toplanır ve çeşitli etkinlikler yapılırdı ve hatta idamlar da burada gerçekleştirilirdi…..

Öğlen yemeği için nezih bir lokantaya gittik ve kente özgü lezzetlerin olduğu zengin bir sofraya konuk olduk , yine çorbalar nefis salatalar ve et yemekleri ile zilliği kırdık.
Cuma Cami



Yemekten sonra kısa bir mola verip doğruca Cuma Camisi’ne yollandık.10.y.y.dan kalma bu camide tam 123 ahşap sütun vardı. Bunların yedi tanesi bin yıllık kayın ağacı. En önemli sütun ise Hindistan’dan getirilen bir “abanoz” ağacı idi ve üzerinde Budizm’i simgeleyen lotus çiçek formları vardı. Oldukça loş ve bir orman gibi görünen caminin mihrabında bir kanal vasıtası ile müezzinin ezan sesi her yere ulaşabiliyordu. Camide elektrik kullanılmıyor çünkü damın ortası açık oradan ışığı alıyor. Ayrıca damın üstü çamurla kaplı olduğu için sıcak ve soğuğa karşı korumalı.
Allah Kuli Han Sarayı

Kentteki diğer saray olan Allah Kuli Han’a gittik. Kentin bu en büyük sarayı 19.y.y.da tam 5000 kölenin çalışması ile 8 yılda tamamlanmış. Sarayın yüzden fazla odası ve üç avlusu vardı. Haremin olduğu avluda ise beş eyvan vardı. Bunlardan biri hanın diğer dördü de eşlerinin idi. Duvarlardaki çiniler benzersiz idi ama en müthiş olan ise ahşap işçiliklerdi. Çinilerde çok ilginç bir form vardı ; üçgen şeklinde ortası daralan ve koyu yeşil çiniler. Bu çinilerdeki üçleme aslında Zerdüşt inancındaki motifler idi ; iyiliğin simgesi Ahuramazda ile kötülüğün yani şeytanın simgesi Ahrimen ve onların bitmeyen savaşlarının olduğu çininin incelen orta kısmında simgeleniyordu bu düalizm.

Tırmandığımız Kule


Hiva Kuleden görünüşü


Son göreceğimiz yer ise Pehlivan Mahmut Türbesi idi. Bu şahıs 13.y.y.da Hiva’da yaşamış bir derici ustası olup tarikata girip şiirler yazmış ve epeyce de bir hayranı olmuş. Aynı zamanda pehlivan da olan bu sufi kişiliğin deyişleri de çok ünlenmiş. Mesela ona ait bir darb-ı mesel çok anlamlıdır ; “ dağları delip gökyüzünü boyamak kolaydır ama bir cahille bir saniye geçirmek çok daha zordur”. Türbenin içerisi muhteşem çiniler ile süslü olup nice Hiva hanı da bu muhterem şahsiyetin türbesinin avlusunda gömülüdür; aynen bizim ülkemizde Eyüp Sultan’da olduğu gibi..... Gücünün gideceğini düşünerek evlenmiyor ama ölmeden önce evlenmediğine pişman oluyor.
Gün Batımında Hiva

Tam gün batımına yakın buluşup hemen yanımızdaki sarayın çatısına çıkacağız o muhteşem gün batımı fotoğrafını almak için. Kapıya gittik , saati dolmuş kaleye çıkış kapanmış. Bekçi nemrut bir ifade ile yasak dedi ve elindeki kocaman anahtar ile kapıyı kilitleyip atladı aracına gitti. Bizi hiç dinlemedi bile. Oysa ki geçen geldiğimizde daha da geç saatte çıkmıştık yukarıya terasa. Neyse ki imdadımızda kalede satış yapan bir kadın yetişti , telefon etti bir yerlere ve kalenin anahtarı geldi. Girdik içeriye ve dar merdivenlerden çıkıp seyir terasına konuşlandık. Ufukta batmakta olan güneşin kızıllığı ve kentin onlarca altın sarısı ve nefti yeşil kubbeleri harikulade manyak bir görüntü oluşturmakta idi.
Yüzeydeki Mezarlar


Bu inanılmaz peri masalı kenti ve günü , bir medresede acayip leziz bir akşam yemeği alarak ve yerel danslar izleyerek tamam ettik. .. ..”

Hüseyin beyin anlattıklarına ilave olarak oda arkadaşımla birlikte şehrin ortasındaki kuleye çıkarak bu güzel şehrin yukarıdan fotoğraflıyoruz. Oradan indikten sonra ara sokaklara dalıyoruz.
Ziyaret ettiğimiz ailenin torunları


Şehrin merkezine göre daha sade ufak evler var. Burada kapısını açık gördüğümüz bir aileye merhaba deyince bizi evlerine davet ediyorlar. Onlar bizi biz onları anlayabiliyoruz. Evde anne baba üç kızları ve iki torunları var. Hep birlikte oturmuş çay içip sohbet ederken onlara katılıyoruz. İkram edilen çayı içip biraz ahbaplık ettikten sonra ayrılıyoruz. Meydandaki bir fotoğrafçıda çektiğim fotoğrafları bastırıp onlara veriyorum.
Buhara'ya giden yol üzerindeki çöl




BUHARA

Otobüsle Buhara’ya gidiyoruz. Küçük yerleşim yerlerinde aynı tip evler var. Bölge çok bereketli. Yılda dört beş kere ürün alınıyor. Pirinçten domatese, buğday ve sebze üretimi var.
Sağlık %80 devlet tarafından karşılanıyor. 11 yıl eğitim zorunlu ve parasız . Yüksek eğitimin %90 paralı.
Buhara Meydanı

Her aileden 1-2 kişi Rusya’da çalışıyor. Türkiye’de de epey Özbek var. Nüfusun 25 milyonu yurt dışında çalışıyor. Güney Kore buradan tarım yapmak için arazi kiralamış.
Bir Evin Kapısından İçerisi

Otelimiz şehrim merkezindeki meydanda. Her tarafta çini kaplı binalar, renk renk kıyafet, çini ve benzeri hediyelik eşyalar satılan dükkanlar var. Odamızın penceresinden bakınca dışarıda şehri gezen bir grup görüyoruz.

Gittiğimiz her yerde bu tür ülkenin değişik yerlerinden gelen gruplar var. Halkı çok sevecen, sizinle fotoğraf çektirmek istiyorlar. Hatta benimle fotoğraf çektiren bir grup telefonumu alıp daha sonra bana fotoğrafı yolladı. Bir de ön altın dişleri sanırım onlar için statü göstergesi.

Nasrettin Efendi

Öğlen yemeğini suni bir gölün etrafındaki lokantada yiyoruz. Etrafta minderlerde yemek yenebilecek divanlar var. Ayrıca bu meydanda çocukların tepesine tırmandığı Nasrettin Hoca’nın bir heykeli var. Nasredin efendi dedikleri hoca,şişman değil, ince uzun ve eşeğe düz oturmuş. Özbekçede onunla ilgili 3 bine yakın fıkra ve hikaye varmış.
Meydandaki Keyifli Lokanta

Oradan çok özel bir mimarisi olan Samanoğullarından Samani İsmail’in türbesine gidiyoruz. Kerpiç tuğladan yapılan türbe bir Zerdüşt ateşgahını andırır. İçeride güneş sembolü Zerdüştlük etkilerini görmek mümkün. Toprak tuğlalarla yapılan çok özel bir mimarisi var.
Samani İsmail Türbesi

Türbenin Duvar Süsleri

Türbe çok önemli bir yer olduğu için ölenler kendilerini türbenin yanına gömdürmüşler ve zaman içinde bu mezarlar kat kat olup yükselip adeta türbenin ana binası örtülmüş gibi olup fark edilememiş ve Moğolların yıkımından kurtulmuş.

Rivayete göre Eyüp Peygamber, Buhara’yı ziyaretinde halka nasihatlar etmiş. Kuraklık döneminde, yerli insanlar ondan su istemişler. Eyüp Peygamber dua ediyor ve asasını toprağa vurduğunda su çıkıyor. Böylece buradan çıkan su için, 10. yüzyılda Samaniler döneminde ilk defa kubbeli bir mekan yapılıyor. Burada Aral nehrinin pamuk tarlalarını sulamaktan nasıl küçülüp yok olmaya başladığını gösteren ibretlik bir tablo vardı.
Eyüp Peygamberin Su çıkardığı Yere yapılan bina

Aral Gölü'nün Yok Olma hali

Yakındaki çarşıyı gezip Bolo Havuz Camiine gidiyoruz. Önünde büyük bir havuz ve ahşap kolonları bulanan bu camii benim en çok beğendiğim camilerden biri. 1713 yılında inşa edilen bu camii , tam karşıdaki sarayda oturan hakanın Cuma namazı kıldığı yer idi. Hakan namaza gelirken , etrafına altın paralar saçarmış.
Bolo Cami

Bolo Cami Tavan Süslemesi

Ayrıca Caminin yanındaki minarenin tepesinde ateş yakılıp gelen kervanlara şehirdeki durum hakkında bilgi verilirmiş. Eğer duman tütüyorsa gelmeyin problem var demekmiş.
Ark Kalesi

Ark Kalesi Taht salonu

Karşıda tepenin üzerinde, içinde mescid, resmi ziyaretçilerin ve halkın kabul edildiği etrafı revaklı taht salonu, seyir tepesi ve ahırın bulunduğu Buhara emirlerinin saray ve karargahı olarak kullandıkları Ark Kalesini geziyoruz. Kalenin bir kısmı müze olarak düzenlenmiş.

Registan Meydanında Bir Aile

Ark kalesinin önündeki Registan meydanı ise Pazar ve çeşitli gösterilerin düzenlediği bir meydan. Aynı zamanda idamlar da burada yapılıyor. Onu da bir gösteri gibi algıladıklarından herhalde.
Bahattin Nakşibendi Türbesi



Öğlen yemeği sonrası şehrin biraz dışındaki Bahaddin Nakşibendinin türbesini ve müzesini görmeye gidiyoruz. Burası Müslümanlar için çok kutsal bir mekan. Onun Buhara şehrini koruyucusu olduğuna inanılıyor. Buraya yapılan üç ziyaret Mekkeye yapılan hacca denk düşüyor. Nakşibendilik Osmanlıdan ,Ortadoğu,Hindistan,Çin ve Endozya’ya kadar buradan yayılıyor.
Mescidi Kolon ve Poi Kolon

Oradan hemen otelimizin arkasında kentin en önemli merkezi olan Miri Arap medresesi ,Mesciti Kalon -onbin kişi aynı zamanda namaz kılabileceği mekan- ve Poi Kalon yani kalın kolonun bulunduğu meydana gidiyoruz. Kalın kolon 47 metre yüksekliğinde eskiden hem ezan okunan, hem gözetlem kulesi gibi kullanılan hem de tepesinde ateş yakılarak şehre geleceklere yol gösteren bir kolon. Eğer duman vrsa tehlike var ,ateş varsa güvenli demekmiş.
Miri Arap Medresesi

Miri Arap Medresesinde Ezan Okuyan Bir öğrenci

Cengiz han buraya geldiğinde direğe bakmak için kafasını kaldırınca şapkası düşmüş eğilip onu almak isteyince etrafındaki herkes de eğilmiş. Bunun üzerine kolonu yıkmadan yerinde bırakmış.

Miri Arap medresesi ise ülkedeki dini eğitim veren on medresenin en önemlilerinden biri. Pek çok medrese Sovyetler zamanında kapatıldığı halde bu medrese bir süre için kapatılsa bile esas olarak kapatılmayan nadir yerlerden.
Özbek Pilavı Yapılırken

Özbek pilavı

Yemeklerin pek çoğunu ortada avlusu olan ikinci katta yaşam alanı alt katı depo eskiden muhtemelen ahır olan mekanlarda yedik. Bu evlerin bir bölümü eski eşyaların sergilendiği ufak müzeler halindeydi. Bu gece de gittiğimiz evde bize Özbek pilavının nasıl yapıldığını gösterdiler. Çeşitli sebzeler, sarımsak, soğan özellikle havuç ve etle pişirilen olağanüstü güzel bir pilav.
Car Minare Medresesi

Ertesi gün şehrin varoşlarında bir medrese görmeye gittik. Dört kızı olan Halıcı Niyazi Kal tarafından yaptırılmış olan “Çar Minare” yani dört minareli medrese . Her minarenin üzerindeki süsler farklı ve minarelerin tepesinde leylek heykelleri, medresenin içi ve etrafında çeşitli hediyelik eşya dükkanları var.
Yazlık Saray İçi

Oradan Semerkant’a gitmek üzere yola çıkıyoruz. Yolda emirin yazlık sarayına uğruyoruz. Tavusların ve bir havuzun olduğu güzel bahçeyi ve sarayın içindeki müzeyi geziyoruz. Sarayın dışı Sovyetler mimarisi içi ise Özbek stili süslemelerle bezenmiş.
Rehberimizle Porselen Binasında

Yol üzerinde çok tanınmış ve tabi çok turistik olan Gidjuvan kentindeki bir porselen imalathanesine uğruyoruz. Eskiden Nasıl üretim yapıldığını gösteren ve ürünlerin satıldığı odalar var.

Yolda karşısında özel sistemle kurulmuş su kaynağının olan Rabat Malik Kervansarayını geziyoruz. Moğollar burayı da yıktığı için yalnızca giriş kapısı var.
İmam Buhari Türbesi

Semerkant’a varmadan son durağımız çocukluğundan itibaren hadisleri ezberleyen İmam Buhari türbesi. Sahih-i Buhari isimli hadis kitabı kurandan sonra en önemli dini kitap olarak kabul ediliyor.

Babasını küçük yaşında kaybeden Buhari annesi ile Hicaz’a oradan Kahire, Bağdat ve Basra gibi şehirlerde binden fazla din adamıyla hadisleri tartışıyor. Binlerce hadisi eleyerek dört bin hadisli kitabını yazıyor. Buhara emiri in çocuklarına sarayda eğitim vermesini talebini kabul etmediği için sürüldüğü şimdiki yere gelip külliyesini kuruyor. Kapısı önündeki çok sayıda satıcıdan buraya gelen ziyaretçi sayısının epey fazla olduğunu anlıyorsunuz.



SEMERKANT
Bu bölümü de Sayın Hüseyin Şişman’dan alıyorum.
“ 500 000 nüfuslu bir kent olan Semerkant , Zerefşan(altın akıtan) nehri tarafından sulanan bir yüksek ovada Tanrı Dağlarının dibinde kuruludur. Cengiz Han , bu kenti alırken ön saflara Buharalı esirleri koydu ve kendi vatandaşlarını öldürmek istemeyince kent kolayca düştü. O denli bir kıyım yapıldı ki , kentte hemen hiç insan kalmadı , köpekler ölüleri yediler ve aylarca mideleri şiş gezdiler. Kent ve çevresine ; 1200/1350 yılları arasında kimse kalmayınca Moğollar yerleşti kente , çevresine de dağlardan inen Tacikler yerleşti. Bundan dolayı günümüzdeki yöre halkı , Özbek’den ziyade daha çok Tacik ve Moğol görünümündedir.

Registan Meydanı Kerimov'un Heykeli

Kentteki ilk durağımız Timur’un mezar anıtı idi. Lafın burasında sevgili dostlar Timur’a bir parantez açalım derim. Timur(1336/1405) Şehrizab kentinde doğdu , annesi Moğol babası Türk idi. Adının manası ise “demir” demektir. Onun döneminde yörede bir Türk/Moğol hanedanı olan Çağataylılar egemen , Timur da bu orduda bir subay. Başkaldırır ve taraftar toplayarak başarılı olur sonunda hanlığı ele geçirir ve kendi adı ile anılan devletini kurar.
Timur'un Mezarı

1398 senesinde Hint Seferine çıkar ve yağma yapar , oradan ele geçirdiği 900 fil ile bu kez batıya yönelir ve 1402 yılında Ankara Savaşı’nda Osmanlı sultanı Beyazıt’ı yenerek , Osmanlı’da uzun süren bir krize yol açar. Ordu sistemi aynen Hunlar gibi idi ; onluk ,yüzlük ve binlik kuvvetler yani onbaşı/yüzbaşı/binbaşı. Askerlerine uzun seferlerde çok kirlenmesin ve bitlenmesin diye hep ipek gömlek giydirirdi.
Timur Heykeli

Timur’un Rusya’nın doğusundaki fetihleri ve Urallar civarının Türk/Tatar beyliklerini ortadan kaldırması, Moskova/Kiev hattına sıkışmış Rus prenslikleri için de çok büyük şans oldu. Bunun sonucu Rusların önü açıldı ve zaman içinde tüm bozkırları hatta Sibirya’yı ele geçirip sonsuz kaynaklara sahip oldular ve büyük bir devlet haline gelebildiler tarihin verdiği bu şans ile. Timur, Ruslar tarafından çok sevilen bir şahsiyet olup adı erkek çocuklara verilir.

Timur’un en büyük amacı Çin’i fethetmek idi, aynen Cengiz Han gibi. Zaten Cengiz’in soyundan bir kadın ile evlenip “han” ünvanını da almış idi. Lakin 69 yaşında Çin Seferi’ne çıkarken öldü. Ölümünden sonra oğulları , onu , istemediği halde torunu için yaptırdığı türbeye gömdü.

Türbenin avlusunda oldukça sade bir mermer taht vardı , Timur’un tahtı idi bu. Asıl ilginç obje ise bir banyo küveti gibi olan mermer havuz idi. İçi nar şerbeti dolu olurdu ve sefere çıkan askerler bu şerbetten içip savaşa giderdi, düşmanlarının kanını içercesine bir gaz verme durumu vardı yani.

Türbedeki kalabalık epeyce fazla idi. Tam 4 kilo altın kullanılmıştı firuze renkli çinilerin içinde , keza renkli mermer plakalar ve pirinç metallerle süslü idi türbe. İçeride birçok lahit vardı , en başta Timur’un hocası olan Seyit Bereke , sonra Timur , oğlu Şahruh ve torunu Uluğ Bey. Uluğ Bey , Timur’un torunu olup muhteşem bir kişilik idi. Dedesinin aksine o bir bilim adamı idi ve gerçek anlamda da Gökbilim disiplininin kurucusu gibidir. ”Zeyc kürkani” adlı kitabı , Avrupa’da yüzlerce yıl okutulmuştur gökbilim kitabı olarak. Ve ne ilginçtir ki bu kitabın orjinali de Ayasofya Kütüphanesi’ndedir.

Semerkant’ı 15.y.y.da bir uygarlık merkezi yapan Uluğ Bey’in bir yardımcısı da Ali Kuşcu idi. Fatih’in daveti ile İstanbul’a gelen Ali Kuşcu aynı bilimin temellerini bizde de atar. Biraz daha yüksekte başka bir sanduka daha vardı , üzerinde at kuyruğu olan bir sopa vardı. İnanışa göre peygamber ailesinden gelen bir şahsiyet olup adı da Seyit Ömer imiş. Bu şahıs aslında Bursa’da yaşayan Emir Sultan’ın da kardeşi imiş. Demek ki o çağlarda , din adamları , İslamiyete daha çok sahip çıkmak isteyen yeni türedi devletler tarafından sahiplenip hepsine de Hz.Muhammet’e kadar giden aidiyetler bulunuyordu.


Türbe ile ilgili tuhaf anekdotlar vardı. İran şahı Nadir , 18.y.y.da burayı ele geçirip yağmalamış ama Timur’un mezarına dokunduğunda da İran’dan peş peşe hanedan üyesi ölümleri haberleri alınca lahiti öylece kırık olarak bırakmış. Keza 1941’lerde Sovyet bilim adamları Timur’un mezarını açıp kemiklerini ortaya çıkardıklarında da Almanlar Sovyetlere saldırmış.

Türbeler alanı

Kentteki ikinci durağımız da Şah-ı Zindan denilen bir nekropol alan yani bir türbeler kompleksi idi. Kentin biraz dışında gibi idi bu mekan. Timur hanedan üyelerinin türbeleri vardı burada. Ama ne türbeler, her biri farklı mimari özelliklerde ve harikulade manyak çinilerle kaplı olarak. Bendeniz ömrü hayatımda bu denli zengin ve farklı çini görmemiştim. Tek tek türbelere girip çıktık hem hanedan üyeleri hem kimi mimarlar ve hem de önemli dini kişiliklerin yattığı.
10 Metre Daniel Peygamberin Sandukası

Devamında yine özel bir yere gittik ; Daniel Peygamber’in türbesi. Bildiğiniz gibi Daniel Peygamber bir Yahudi peygamber/kralı olup, sonraki tüm tek tanrılı dinler için de kutsaldır. Daniel Peygamber’in ünü aslanların olduğu bir mahzenden sağ çıkması idi. Hatta bizde de Tarsusu’daki tarihi bir camii de Daniel’e addedilir. Bağdat seferinde iken, Timur , Bağdat’ta bulunan Daniel türbesinden kemikleri alıp kendi ülkesine ve kentine getirip buraya gömdürür. Sanduka çok abartılı bir şekilde 10 metre boyundadır….
Daniel Peygamber için dua eden kadınlar


Kentin varoşlarında bir yerde resmen döküntü gibi bir kenar mahalleye geldik ve kerpiç bir kapıdan bir avluya girdik. İçerisi inanılmaz idi, dışarıdan bakarsanız fecaat bir yer ama evin içi ve odalar adeta bir “etnografik müze” gibi idi. Duvarlardaki halılar özenli masalar, sandalyeler ve bir odadaki duvar oluşumu ,raflar ve içindeki nesneler muhteşem idi….

Yemek yediğimiz evin içi müze gibi






Yemek Yediğimiz Evin Avludaki balkonu


Öğleden sonra kentin ünlü pazarına yollandık. …..



Akabinde ve detayında kentin kalbi gibi olan Registan Meydanı’na gittik. Dört yolun kavşağı olan bu meydanın değişik işlevleri vardı ; toplanma yeri , alışverişlerin yapıldığı pazar yeri , sefere giden orduların çıkış noktası ve sefer dönüşü elde edilen ganimetlerin halka dağıtıldığı yer idi. Üç adet anıtsal eser vardı meydanda. Birisi 1420 yılında Uluğ Bey’in yaptırdığı ve o zaman bir devrim niteliğinde gibi kız ve erkeklerin beraber eğitim gördüğü medrese idi. Buhara Emirliği zamanında da 1619/32 yıllarında yaptırılan Serdar Medresesi. Medresenin içinde müzik aletleri müzesi vardı.
Registan Meydanı Cuma Cami

Serdar Medresesi

Bu medreselerin karşısında ise 1640 yılında yapılan Telkari Camii yani bir nevi “Cuma Camisi” vardı. Kubbesi altın mozaikler ile donanan bu camide Cuma ve vakit namazları kılınıyor ve diğer zamanlarda da medrese olarak hizmet vermekte idi.

Son olarak Şeyh Maturidi’nin mezarını görmeye gittik. Bizim İslam inancımızın da temelini oluşturan ve 10.y.y.da yaşamış bu dini kişilik; çok fundamentalist ve köktenci Eşari İslam yorumuna aklın eleştirisini katarak yeni bir yorum getirmiştir İslam inancına.
Düğün Törenini temsil eden gösteriden bir sahne


…. Akşam yine meydandayız, birden şiddetli bir sağanak
bastırıverdi. Neyse ki uzun sürmedi, zaten bir kalabalık bir grup medrese içindeki halk oyunları gösterisine yollandık. Bir saat süre ile bize hiç de yabancı gelmeyen müzikler eşliğinde değişik halk oyunları ve eski geleneksel düğün törenini izledik. Hem gözümüzün hem kulağımızın pası iyice silindi. Akabinde ve detayında ise dışarıda meydanda muhteşem bir ışık gösterisine tanık olduk. Etkileyici bir müzik eşliğinde Özbekistan’ın tarihi serüveni ve çağdaş devletin başarıları görsel bir şölen ile izleniyordu medreselerin duvarlarına vuran ışıklarda.
….Günün ilk durağı olarak Uluğ Bey Rasathanesi’ne yollandık.
Rasathane Semerkant kentinin ilk kurulduğu alan olan Çoban Ata tepelerinin yanında kurulmuş idi. Uluğ Bey bildiğiniz gibi Timur’un torunu olup 1394 yılında İran’ın Sultaniyeh kentinde doğar. Timur’un oğlu yani Uluğ’un babası Şahruh da bu kentte validir. Uluğ Bey atalarının aksine barışçı bir kişilik idi , 15 yaşında Semerkent’a vali oldu ve hem dedesi hem de babasının ölümü üzerine devletin başına geçti. Hocası Kadızade Rumi ile beraber Ortadoğu’nun tüm bilim adamlarını Semerkant’a çağırır ve bir uygarlık merkezi oluşturur.1429 yılında rasathaneyi kurar ve güneş yılının uzunluğunu 50 saniye fark ile bulur. Yazdığı kitap uzun yıllar Avrupa’da başvuru kitabı olarak okutulur. Ama gelip geçen kötü karanlık yüzyıllarda her şey unutulur gider, üstelik kötü yorumlanan İslamiyet anlayışı da kara bir perde gibi tüm bu coğrafyaları örter.
Gece Registan Meydanı


Aradan uzun yıllar geçer ve kimsenin rasathaneden neyin haberi yoktur. Bir Rus meraklı bilim adamı 1900’lerin başında Semerkant pazarından baharat satın alır. Dükkan sahibi bir kitabın sayfasını yırtarak baharatı sarar. Bilim adamı kitabı alır bir de bakar ki Uluğ Bey’in kitabının bir kopyası , inceler, kitap ayrıca rasathaneden ve yerinden de bahsetmektedir. Heyecanla kitapta yazılan ve günümüzde toprak molozların olduğu tepeciğe gider kazı yapılır ve rasathane ortaya çıkar. Hatta Rus bilim adamı vasiyet eder ve buraya gömülür. Kısmen ortaya çıkarılan rasathanenin devasa büyüklükteki sekstanttı yani güneş ışığının düştüğü yayın uzunluğu 46 metre idi, bunun ancak 11 metresi açığa çıkarılabilmiştir. Bu denli uzun bir güneş ölçer yay ile Uluğ Bey her şeyi tam olarak hesaplıya biliyordu.
Rasathaneyi ve müzeyi huşu içinde gezdik ve hemen yakındaki bir diğer muhteşem mekana yollandık, müzeye. Alpertunga Tepelikleri üzerinde kurulu Arkeoloji Müzesi. Sevgili ayak izleri burada biraz da tarih ve mitoloji verelim. Alper Tunga , M.Ö.7.y.y.yaşamış bir Saka Türkü kahramanıdır. Orta Asya ve civarındaki halklara egemen olup birleştirmiş ve İran üzerinden Ortadoğu’ya nam salmış bir kahramandır. Asur kaynaklarındaki Maduva , Heredot tarihindeki Madyes ve İran kaynaklarındaki Efrasyab sıfatı ile bilinir. Komşusu İranlılar ile sürekli bir harp halinde idi ve nihayet Medler zamanında Med kralı Keyhüsrev tarafından bir düğün daveti hilesi ile öldürülür. Alpertunga o denli baskın bir kişilik idi ki, mesela İranlıların ulusal efsanevi kahramanı “Zaloğlu Rüstem” yani Cemşid , hep Alpertunga ile bir kavga savaş halinde anlatılır kadim efsanelerde. Ne hazindir ki bu tarihi gerçeklerden – gerçi birçok tarihi gerçekliği bilmez ya – bihaber Türk halkı, kendi kahramanının düşmanı olan “Zaloğlu Rüstem” i de kendi kahramanı gibi görür.
registan Meydanı Duvarlarındaki Işık gösterisi


Müzede önce bir DVD izledik ve M.Ö.ki yüzyıllarda Orta Asya haklarını ,yaşam ritüellerini , çevre kültürler ile olan ilişkilerini izledik. Özellikle Çin kültürünün çok ağır bir etkisi vardı Orta Asya halklarında. Hem ticari hem siyasi hem de akrabalık ilişkileri çok canlı idi ,Çin ülkesi ile. Müzenin içinde çok çarpıcı duvar resimleri ve freskolar vardı. Orta Asya halkları güzel çizimler ile duvarda canlı gibi duruyordu. Türkler bu halklar mozaiğinin sadece bir kısmını oluşturmakta idi. Hindistan’dan gelen bir gelin alayı kafilesi , Çin saraylarına nehir yolu ile giden kervanlar , ağaç kaleler içindeki tahkimatlar ve savaş sahneleri sanki günümüzden 2500 sene öncesini gözümüzün önüne seriyor gibi idi. Müzeden acayip etkilenmiş , bilgilenmiş ve zenginleşmiş olarak çıktık. Kültürümüze dair çok şeyler görüp öğrenmiştik bu resimli duvarlardan. O dönemler yerel saray da işte bu tepeliklerde idi. O dönemlerde buradaki kadim Türk ve komşu halkları uygarlığının adı ise Sogdiana Krallığı idi.
Söğüt dallarından Kağıt Yapımı

Şehir merkezine dönüp yine bir restoranda makul bir mönü aldık ve ülkede göreceğimiz son yere gittik. Konigil adlı bir varoşta ilkel usullerle kağıt imalatı vardı , onu göreceğiz...741 yılındaki Talas Savaşı sonrası Araplara esir düşen bir Çinli ustadan burada yaşayan halklar kağıt yapımını öğrenirler. Buradaki tesiste işte aynen o günkü gibi hiçbir enerji kaynağı kullanılmadan sadece su gücü ile kağıt üretimi yapılmakta.
Kağıtlardan Yapılan Çantalar Kağıtların Gücünü Gösteriyor

Öncelikle özellikle dut ağaçlarının dalları üç dört gün suda bırakılıyor, sonra keskin bir bıçak ile dış kabuğu soyulup beyaz etli iç kısmı ayrılıyor. Bu beyaz kabuklar bir kazanda su içinde beş saat kaynatılıyor. Beyaz sert bir selülozik hamur elde ediliyor. Mekanın içinde akan suyun kaldırma gücü ile bir düzenek kuruluyor ve tokaç gibi vurucu bir tahta bu elde edilen selüloz hamurunu yedi sekiz saat dövüyor ve inceltiyor iyice. İyice suya karışmış selülozlu yoğun su bir kaba alınıyor. Süzgeçli tahta ile bu karışım alınıp bir satıha seriliyor, suyu süzülüyor ve geri kalan selülozlu yoğun ilkel kağıt aralarında kuru katmanlar konarak üst üste konuluyor. Sonra bu biraz kurumuş olan selülozlu kağıt taş baskılarda eziliyor ve ham kağıt halini alıyor. Sonra bu sarı kağıt bir obsidiyen taş/cam aracılığı ile cilalanıp perdahlanıyor. Sonuçta da sarımsı bir kağıt ortaya çıkıyor.

Bu yöntemle elde edilen kağıt ,aslında sağlığa da çok uygun. Üretimde hiçbir kimyasal yok ve kağıdın sarımsı rengi de gözü hiç yormuyor. Bu muhteşem mekanda nitelikli kağıttan ürünler ve hatta el çantaları bile satın alarak terk-i diyar ettik.


Doğruca tren istasyonuna gittik ve “Afrasiyab” hızlı trenine bindik. Dört saatlik bir yol bizi bekliyordu , Özbekistan kırsallarını geçtik , yer yer ağaçlıklı alanlar ama çoğunlukla yeşil bir step ve koyun sürüleri derken iki nehiri de geçtik ; Zerefşan ve Amuderya’yı. Hava iyiden iyiye kararmıştı ki , tekrar Taşkent’deyiz”

Bu güzel geziyi organize eden Sayın Hüseyin Şişman’a sonsuz saygı, sevgi ve teşekkürlerimle

MAYIS 2018





Fotoğraflar


[Fotoğrafı büyültmek için üzerine tıklayın.

1966


YORUMLAR

Bu yazı için henüz yorum yazılmamıştır.




© Ekim 2015, NergizOvacik.com